Prof. Dr. M. Bülent Uluengin, Türkiye’nin önemli mimarlarından biri. Uluengin uzun yıllar akademideki çalışmalarıyla ve ürettiği eserlerle mimarlık alanına önemli katkılar sağladı. Geçtiğimiz aylarda Yem Yayın’dan çıkan Geleneksel Mekke Evleri isimli kitap ise 15 Aralık 2022’de aramızdan ayrılan eşi mimar Doç. Dr. Nihal Uluengin ve kendisinin imzasını taşıyor. Bu kitabın hikâyesi ise yine ülkemizin önemli mimarlardan olan babaları mimar Fatin Uluengin’in 1981 yılında Ekrem Hakkı Ayverdi’nin aracılığıyla aldığı bir davetle başlıyor. Bu davetle Mekke’ye giden mimar aile, 4 buçuk yıl Mekke’de kalarak bölgedeki tarihî yapıların rölövelerini çıkarıp, çok ciddi bir çalışmaya imza atıyor. Mekke’de yıkılan tarihî yapıların, dolayısıyla mimari dönüşümün neredeyse tek arşiv kaydı olan bu çalışmanın kitaplaşması, meraklılarına ulaşması çok önemli. Bunun bir nedeni de söz konusu çalışmaların Suudi Arabistan’daki kopyalarının kaybolması. Yani Uluengin arşivi çok şey ifade ediyor. Prof. Dr. M. Bülent Uluengin’le hem çalışmayı hem de bu önemli mimar ailenin ferdi olarak kişisel hayatının satır başlarını konuştuk.
Aslında ailemiz uzun yıllar boyunca denizcilikle meşgul olmuş. Dedelerim deniz subayı olarak görev yapmışlar. Babam ise -herhâlde biraz da denizden korktuğu için- mimarlığı seçmiş. 1960 senesinde kuzenim de Ankara’dan gelerek mimarlık okumaya başladı. Üstelik bizim evde kalıyordu. Ben henüz lisedeyken onunla fakülteye giderdim. O ortamı görür ve çok severdim. Saint-Joseph Fransız Erkek Lisesi’ne gidiyordum. Okulum çok disiplinli ve katıydı. Doğrusu fakültedeki serbest ortamı görünce ben de mimar olmak istedim. Sınavlara girdim, başka okullar da kazandım ama Akademi’yi tercih ettim. Eşim de sınıf arkadaşımdı. Ardından iki oğlumuz oldu ve onlar da mimarlık seçti. Gelinlerimiz de mimar…
Neden mimarlığı seçtim diye düşündüğümde, elbette ailenin oluşturduğu etkiyi görüyorum. Ancak bunun dışında bir neden daha var; iz bırakmak. Gençliğimde yapıların tanıtım panolarında mimarlarının adının yazıldığını görürdüm. Bu benim çok hoşuma giderdi. Bir binaya izini bırakmak… Galiba mimarlığı dünyada bir iz bırakmak için seçtim. Fakat mezun olduktan yıllar sonra anladım ki bir bina yapmakla iz bırakamıyorsunuz. Tüm binalar yıkılıyor, yıkılabiliyor… Üstelik bizde binanın üzerine imza atma adeti de yoktur. Anladım ki iz bırakmak için en kalıcı yol kitap yazmak. Ne olursa olsun kitap kaybolmuyor. Dünyaya yayılıyor, farklı dillere çevriliyor. Bunu fark ettikten sonra da kitap yazmaya odaklandım. Ancak bunun için de insanın bir konu üzerinde birikimi olması gerekiyor.
Biz Feneryolu’nda ahşap bir konakta otururduk. O binanın çatı katında babamın çalışma ofisi vardı. Oraya babamın çok fazla arkadaşı gelirdi. Birlikte çalışır, yarışmalara girerlerdi. Ben de bir kenardan onları seyrederdim. O ortamda önemli mimarlar da olurdu. Hüsrev Tayla mesela… Ona “Hüsrev Ağabey” derdim. Yine Mustafa Ayaşlıoğlu, Ertuğrul Eğilmez, Bedri Kökten, Ayhan Aytöre de babamı sıklıkla ziyaret ederlerdi. O ofiste kimi zaman tartışarak kimi zaman şakalaşarak çalışırlardı. Lisedeyken bu ortamları gözlemliyor, sohbetlere dahil olmaya çalışıyordum. Babam beni zaman zaman gezilere de götürüyordu. 1956’da ilk kez Bodrum’a gitmiştim. Orada babamın amiri olan mimar Ali Saim Ülgen bir duvarın önünde durup, “Bu duvar bana konuşuyor” demişti. Ben o esnada çocuk aklımla, duvar insana konuşur muymuş dedim. Sonra sonra anladım ki hakikaten duvar insana konuşuyor. Sanat tarihini, sanat akımlarını, malzemeyi, mimariyi bildiğinizde duvarlar size konuşmaya başlıyor. Kendi hikâyelerini anlatıyorlar.
Bizimki cetvel işi, teknik resim işi. Serbest resimle dolaylı olarak ilişkisi var tabiki de. Öğrencilerime de şunu söylerim mimar olmayanlar plandan çok anlamazlar, fikrinizi anlatmanın en etkili yolu o yapının serbest resim perspektifini çizebilmektir. Resim yeteneği mimarın kendi fikrini izah edebilmesi açısından çok önemlidir.
Benim alanım aslında eski eser değil, Bina Bilgisi. Babamla beraber yaptığımız işlerden dolayı “eski eserci” olarak bilinmeye başladım. Üstüne üstlük eşimin de doktorası restorasyon alanındaydı. Hâl böyle olunca ailece eski eserci olarak anıldık. Rölöve kitabının gelişim hikâyesi ise şöyledir: Akademideyken dördüncü sınıfta iki tane rölöve dersi alırdık. Dersi Sedat Hakkı Eldem verirdi. Konu belirler, bununla alakalı bir çalışma yapmamızı isterdi. Yani dersin bir anlatım biçimi yoktu. Rölöveleri el yordamıyla yapmaya çalışırdık ve çok fazla hata yapardık, zaman kaybı olurdu. Yine de ben babamla yaptığımız çalışmalardan ötürü biraz tecrübeli sayılırdım. Bu nedenle derslerde arkadaşlarım benimle aynı grupta olmak isterdi. Gel zaman git zaman ben öğretim üyesi oldum. 1998 ve 99’da öğrencilerimle Birgi’ye yaz okulu kapsamında geleneksel yapıların rölövelerini yapmaya gittik. Orada öğrencilerimin de zorlanarak çalıştığını fark ettim. Bunları gözlemleyince Birgi’de rölöve üzerine bir kitap yazmaya başladım. Aradan geçen üç-dört sene boyunca bu kitapla uğraştım. 2002 yılında basıldı ve o tarihten bu yana 15 baskı yaptı.
Bunun yanında Osmanlı Anıt Mimarisinde Klasik Yapı Detayları isimli eseri de anmak isterim. Ancak bu kitabın benden ziyade babamın olduğunu belirtmeliyim. Babam müthiş bir koleksiyoncuydu. Karşısına çıkan her çalışmayı toplar, gördüklerini çizerdi. 1947,48, 51 ve 52 senelerinde dört kez Anadolu turu yapmıştı. Oralardan da çok değerli detaylar toplamıştı.Zarflarda da bu malzemeleri sınıflandırmıştı. Ben bunların basılması, değerlendirmesi gerekiyor dedim. Ancak nasıl bir yöntemle yapacağımızı zihnimde belirleyemedim. 2000 senesinde Amerika’da doktora yapan oğlumu ziyaretimiz esnasında üniversitenin kooperatifinde sadece el çizimlerinden oluşan bir kitaba rastladım. “Böyle de yapılabilirmiş” diyerek babamdan zarfları aldım ve üstlerine çalışmaya başladım. Onun çizimleri, benim ve oğlum Mehmet Bengü Uluengin’in gayretleriyle ortaya bu kitap çıktı. Bu çalışmada babamın yüzde 70, benim ve oğlumun yüzde 15’er katkılarımız oldu diyebilirim. Osmanlı Anıt Mimarisinde Klasik Yapı Detayları’nı bir aile kitabı olarak görüyorum. Doğrusu ilk kitabın finansmanını da biz sağladık. Çünkü bu kitabın alanda çalışma yapacak insanlarla buluşmasını çok önemsiyordum. Aradan birkaç yıl geçince 2010 yılında bu kitabı “İslam Başkentleri ve Şehirleri Organizasyonu”nun düzenlediği yarışmaya gönderdim. Kitap “Yazı-Dokümantasyon-Çeviri Ödülleri, Mimari Ödül” dalında birinciliği kazandı ve üst üste baskılar yaparak okurla buluşmaya devam etti.
Pek değil çünkü mimarlık konusunda çok ilişkimiz olmadı. Üzerine yoğunlaştığımız konular farklıydı. Ama doğru, zor beğenirdi… Mesela Osmanlı Anıt Mimarisinde Klasik Yapı Detayları yayınlandığında beğenmedi. Kitap birincilik kazanınca “Böyle bir kitap da birinci olabiliyormuş demek ki.” dedi. Ayrıca benim editörlüğünü yaptığım Mukarnas isimli bir kitabı da vardır. Babam 70 senelik meslek hayatını mukarnaslara adamıştı. Mukarnası ondan iyi bilen yoktur diyebilirim. Bana da biraz anlattı ama ben çok o alana dahil olmadım. Yine de kitabın editörlüğünü yapacak kadar bilgi sahibiydim. Kendisi çok mükemmeliyetçiydi, tenkitlerden korkar, bu nedenle çok üretmezdi. O hayattayken bu kitap üzerine üç kez çalıştım, üçünü de beğenmedi. Kitabı vefatından sonra çıkardım. Bu alandaki tek çalışmadır.
Mekke evlerini dört buçuk senede kayıt altına aldık
Konu çok detaylı… Bu nedenle şöyle başlayalım: 1950’li yıllarda kara, deniz, hava yolu ulaşım araçlarının artmasıyla Mekke’ye hac ve umre için daha fazla insan gitmeye, gidebilmeye başladı. Hacıları Mekke’de rahat ettirebilmek için de şehirde çalışmalar yapıldı. Vadiler ve dağlardan oluşan Mekke’de çevre yolları yapmak için dağlar tünellerle, vadiler köprülerle geçildi. Bunun sonucu olarak büyük yıkımlar oldu. Yıkım bölgelerinde çok fazla geleneksel mimariye sahip yapı vardı. Bu şekilde çalışmalarda sayısız ev yıkılmıştı. Biz 1981 yılında, Cidde’deki Kral Abdülaziz Üniversitesi’ne bağlı Hac Araştırma Merkezi’nden bir davet aldık. Yıkımların hızlandığı o dönemde, tarihî dokuyu belgelememiz için bir rölöve ekibi kurmamızı istiyorlardı. Bu merkezin başında da Amerika’da mimarlık eğitimi almış Dr. Sami Mohsin Angawi vardı. Merkezin devlet üstünde bir yetkinliği yoktu ama en azından geleneksel mimariye sahip yapıları belgeleyebilmek istiyordu. Dr. Angawi, bu işi çözebilmek için Türkiye’ye gelip Ekrem Hakkı Ayverdi’yle görüşmüş. Ekrem Hakkı Ayverdi babamın hamisi durumundaydı. Çok kollardı babamı, beraber çok iş yaptılar. Ekrem Bey onlara babamı tavsiye etmiş. Ancak babam yer değiştirmeyi, hareket etmeyi pek sevmezdi. Bu nedenle yalnız gitmek istemedi ve bana gelir misin, dedi. Benim de o dönem doktoram kabul edilmediği için üniversite ile aram iyi değildi. Babamla gitmeye karar verdim. Angawi ekipte bir kadın olmasını da rica etmiş. Çünkü çok sayıda eve girilip, çıkılması lazım, o evlerin harem kısmına da erkekler giremiyor. Eşim Nihal Uluengin de bu şekilde projeye dahil oldu. Babam Fatin Uluengin, eşim Nihal Uluengin, ben ve çocuklarımız 1982’de Mekke’ye gittik. Orada 4 buçuk sene kalarak bu çalışmaları sürdürdük.
İlk betonarme otel 1936’da yapılmış
Mekke mimarisinde yapılara şekil veren en önemli unsur ekonomidir. Mekkelilerin geliri evleridir. Eskiden Mekkeliler evlerinde hacı adaylarını ağırlayarak bir senede kazanacakları parayı 10-12 günde kazanırlarmış. Hacca giden insanlar kendilerine bir rehber tutar, bu rehberin evinde kalırlar ve aynı rehber hac sırasında kendilerine rehberlik edermiş. Kalacak yeri ayarlayan da hac ritüellerini anlatan da rehberler olurmuş. Yani hac dönemindeki düzen buymuş. Dolayısıyla Mekkeliler kendilerine ev yaparken iki fonksiyonlu düşünürmüş. Hem kendilerinin hem de hacı adaylarının kalabileceği yapılar… Genellikle birkaç katlı olan konutların en üstlerinde de teras görüyoruz. Umre veya hac zamanında tüm aile teras bölümlerine çıkar, giriş ve normal katları hacı adaylarına kiralanırmış. Neredeyse 90’lara kadar bir Mekkeli ev yaparken bu gerçekliği göz önünde bulundururdu. Mekke’nin ilk betonarme yapısı 1936 senesinde bir otel olarak inşa edilmiş. Gelen hacı adayları da elbette daha konforlu olduğu ve içinde banyosu olduğu için bu oteli tercih etmeye başlamış. Ardından da devamı gelmiş.
Şehrin yeniden yapılandırılma çalışmaları sırasında yıkılacak olan bölgelerdeki geleneksel Mekke mimarisine sahip tarihî binaların rölövelerinin çıkarılıp, fotoğraflanması bekleniyordu. Tahminen, yıkımlar başlamadan önce 400-450 tane yapı söz konusuydu. Biz gittiğimizde ise 300 kadar yapı kalmıştı. Biz kimi zaman seçerek kimi zaman rastgele önümüze gelen 104 yapının rölövesini çıkardık. Bu çok ciddi bir rakam. Benzer bir ekip Medine şehri için de kuruldu. Hatta o ekip, Mısırlı olduğu için bizim gibi dil sorunu da yoktu. Onlar aynı süre içinde 20 kadar yapının rölövesini çıkarabildiler. Mekke’yi ilk ziyaretimizde bizi en şaşırtan konu Mekke ve civarında hiç ağaç olmamasına karşın, geleneksel evlerin cephelerinde kullanılmış olan ahşap bolluğu oldu.
Dil en önemli sorun oldu. Elbette günlük dili öğrendik ama daha gelişmiş bir dile ihtiyacımız vardı. Bu nedenle ekibimize Sudanlı genç mimar Kemalettin Nur Khalifa katıldı. Bir yandan asistan gibi çalışırken diğer yandan iletişim konusunda bize yardımcı oldu. Bu da çalışmalarımızı hızlandırdı. Yıkım için belirlenmiş alanlarda kimi zaman boşaltılmış kimi zaman hâlâ içinde sahiplerinin olduğu evler üzerinde detaylı çalışmalar yapıldı. Çalışmalarımız bittikten sonra 1986’da yurda döndük.
Kitapta rölövelerin ancak 14-15 tanesine yer verebildik. Elimde 104 yapıya ait yaklaşık 550 adet pafta ve 4 bin 200 görsel var. Arşivlemeye çok önem verdiğimden bu belgelerin hepsini arşivledim, istediğim zaman kolaylıkla bulabiliyorum.O dönemde elbette çalışmaların tümü orada da arşivlendi. Üstelik hepsini imza alarak teslim ettik. Ancak maalesef, Hac Araştırma Merkezi Cidde’den Mekke’ye Umm al Qura Üniversitesi’ne taşındı ve herhâlde bu taşınma sırasında bu arşiv kaybolmuş. Birkaç ay önce bir yetkili Türkiye’ye geldi, görüştük. Şimdi benden elimdeki tüm arşiv malzemesini almak istiyorlar. Onlarla bu konuda görüşmelere devam edeceğiz.
1986’da Türkiye’ye geldikten sonra adeta sıfırdan bir hayata başladık. Bu da kolay olmadı. Okullara girmek kolay değildir. Ben önce serbest büro faaliyetlerimi sürdürdüm. Ardından ben ve eşim asistan olarak üniversiteye girdik. 90’lar bu şekilde hem benim hem eşim için hayat gailesiyle geçti. Ancak bu çalışmaları hiç aksatmadık ve hep bir şekilde bu konu üzerine çalışmaya devam ettik. 2013’de Mekke’yi çok değişmiş görünce bu çalışmayı hayata geçirmeye karar verdik. Ama nasıl bir içerikle ele almak gerektiğini, nelerden bahsetmek gerektiğini çok düşündük. Okul çok yoğun olmasına rağmen bu çalışmaları her boş zamanımızda sürdürmeye gayret ettik. Maalesef 2018’de eşime kanser teşhisi konuldu. O esnada kitaba hız verdik. Mekke’ye dair elimizdeki belge, bilgi ve fotoğrafların başka bir örneğinin olmadığı gerçeği ciddi bir sorumluluk oldu. Bu nedenle çalışmayı en iyi şekilde yapmak, literatüre kazandırmak istiyorduk. Ancak eşim 2022’de kitabın yayımlandığını göremeden aramızdan ayrıldı. Ardından 2023 senesinde kitap okurla buluştu.
İklim, din ve ekonomi Mekke mimarisini şekillendiren unsurların öne çıkanlarıdır. Hava gerçekten çok sıcaktır. Bu nedenle pencerelerde cam olmaz ve evin içinde bir hava akımı oluşturulmaya çalışılır. Kalın duvarlar da yine iklimlendirme için önemli bir detaydır. Merdiveni de hava kulesi gibi kullanırlar. Hiçbir geçit tamamen kapalı değildir. Pasif soğutmadan yararlanırlar. Camsız pencerelerin önünde su testisi bulunur ve hava akımıyla rutubetin eve dağılması sağlanır. Yerel malzeme kullanılır. Sadece ahşap dışardan gelir. Arabistan’a gelip, umre için Mekke’ye ilk girdiğimizde sadece taştan ve topraktan yapılar göreceğimi sanmıştım. Ancak şehirdeki yapıların ahşap cepheleri beni çok şaşırttı. Bir tek dikili ağaç yoktur hâlbuki… Sonradan araştırınca anladım ki, bu evler Mekkelinin tek geçim kaynağı olduğu için, gelen hacıların evlerini beğenmesi için çok süslü yapmak istiyorlar. Ağaçlar da bu nedenle yurt dışından getiriliyor. Java’dan gelen tik ağacıyla bu cepheler yapılıyor. Hac’a gelip Mekke’ye yerleşen Javalılar da bu tik ağacının ticaretini yaparlar. Tabii din başka şekillerde de mimariyi etkilemiş. Mekke’de herkes namazlarını Harem’de kılmak ister. Ancak hava çok sıcak olduğu için caddeden karşıya geçmek bile zordur. Bu nedenle Harem’e yakın evler tercih edilir. Hatta bazı seyyahların anılarında Harem’e bitişik evler olduğu, namaza giderken çatılardan geçildiği de aktarılıyor.
Öncelikle bu rölövelerin tümünü bir katalog hâlinde yayımlamak istiyorum. Zaten en başta da bu nedenle kitabı geciktirmiştim. Şimdi tüm boş zamanlarımda bu konuda çalışıyorum. Sanıyorum 400- 500 sayfalık bir çalışma olacak.
1991 senesinde Yemen’e bir sempozyum için gittik. Yola çıkarken, dönüşte Mekke’ye uğramayı planladık. Orada hâlâ arkadaşlarımız olduğu için önce Cidde’ye gittik. Ardından da Mekke’ye geçtik. Ancak bizim gittiğimiz gün Mekke’de çok şiddetli bir yağmur yağdı. Harem’e saklandık ve oradan çıkamadık. Maalesef durumu göremedik ama arkadaşlarımızdan duyduğumuz kadarıyla o dönemde de neredeyse hiç geleneksel mimari yapı kalmamıştı. 2013 yılında bir kez daha gittik, bir hafta kaldık. Mekke o zaman adeta Manhattan gibi bir yere dönüşmüştü. Şehrin biraz uzağında, Kral Abdülaziz’in saray olarak kullanmış olduğu konutlar grubu dışında Mekke’de hiç geleneksel yapı örneği kalmamıştı.